◊ Oyunculuk serüveniniz nerede, nasıl başladı?
- Ortaokul yıllarımda edebiyat öğretmenimizin bizi sınıf olarak İstanbul Devlet Tiyatroları’nda sergilenen “Gergedan” isimli oyuna götürmesiyle başladı. 10’lu yaşlarda bir çocuğun, hayatında ilk kez o büyülü dünya ile tanışması, gördüklerinin hayatına yön verecek kararlar aldırması ile gelişti her şey...
◊ Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
- Dönemin ortadirek ailelerinden birinin çocuğuydum. Devlet okullarında okudum. Sokakta oyun oynanabilen, insanların birbirine daha çok güvendiği, anneanneli, siyah beyaz da olsa televizyonlu, çok kitap okumalı, çok hayal kurmalı ve gözlüklü bir çocukluk... Ama burada asıl kilit nokta mahalle: Bakırköy... Rahmetli Tarık Akan, Cem Karaca ve annesi Toto Karaca, ömrü uzun olsun Üstün Asutay’lı bir sokak. Sanat dolu bir ilçe o zamanlar Bakırköy. Pasajlarda küçük küçük tiyatrolar, halk evleri, müzisyenler. Herkes herkesi tanıyor, selamlaşmadan yürümek zaten ayıp. Belki dönemi maddi olarak çok rahat değilse de masal gibi anımsamam, o zamanlar buna inanabilecek kadar küçük ve naif olmamdan kaynaklanıyor olabilir. Gerçi bakıyorum da hâlâ pek bir şey değişmemiş.
◊ 3 kelimeyle Gülçin Hatıhan’ı tanımlamanızı istesek... Sizi hiç tanımayan birine kendinizi nasıl anlatırsınız?
- Özgür, hızlı karar alabilen, adil.
◊ “Poyraz Karayel”e izleyiciden ilgi büyük. Siz de kısa sürede dizide ön plana çıkan karakterlerden biri oldunuz. Alışabildiniz mi ilgiye, popülerliğe?
- Çok yabancısı olduğum bir duygu değil. 90’lı yıllarda Amerika’ya taşınmadan evvel gerek oynadığım diziler, gerek canlı yayın sunuculuğu ile ciddi bir popülerlik dönemi geçirmiştim zaten. Ama o dönem zaten çok az kanal, çok az iş vardı. Bir gecede ünlü olunan zamanlardı. Şu anda bana kıymetli gelen, bu kadar çok projenin arasından sıyrılıp seyirciye kendini fark ettirmek, sevdirebilmek... Beni en çok şaşırtan da yabancı izleyicilerin dikkati ve ilgisi. Sokakta benimle fotoğraf çektirmek isteyen Araplar oluyor bazen...
◊ Şöhretin rahatsız edici yanları neler?
- Ben o gemiye hiç binmedim. Bence rahatsız edici hiçbir tarafı yok. Tabii ki hâlâ halk otobüslerine, dolmuşlara, trenlere biniyorum. Tanıyanlarla selamlaşa sohbetleşe gidiyoruz. En fazla sevgilerini, sizi aileden gibi gördüklerini beyan ediyorlar. İnsan sevilmekten niye rahatsız olsun ki?
◊ 10 yıl sonrasının hayalini kurduğunuzda, kendinizi nerede görmek istiyorsunuz?
- Umarım 10 yıl sonra yönetmen/oyuncu olarak anılıyor olurum. Anlatmak istediğim hikayelerim, insanların hayatlarına çok minik de olsa dokunuşlar yapabilecek fikirlerim var. Umarım öyle bir şans yakalarım.
MÜMKÜN OLSA ÖZGÜVENİMİ ARTIRIRDIM
◊ Kendiniz hakkında tek bir şeyi değiştirebilecek olsanız, o ne olurdu?
- Bu sorunun en samimi cevabı özgüven ayarı sanırım. Değiştirebilecek olsaydım birazcık da olsa yükseltebilmek isterdim. Yapmak istediklerime cesaret edebilmek ve daha hızlı hareket alabilmek adına kendime biraz daha fazla inanmaya ihtiyacım var.
◊ Eskiye nazaran siz...
- Daha ılımlı, sakin, hoşgörülü... Daha az inatçı... Daha az sosyal... Ve çok şükür daha farkında...
MODUM DÜŞTÜĞÜNDE KEDİLERİME KOŞARIM
◊ Modunuz düştüğünde ne yaparsınız?
- Kedilerime koşarım. 2 kedim var ama sokaktaki tüm hayvanları da çok seviyorum. Bir canlının (hele ki kedilerin) size güvenmesi, sizi sevmesi, ona yardım edebilmek bana çok büyülü geliyor.
◊ Oyuncu olmasaydınız hangi mesleği yapmak isterdiniz?
- Çocukluğum boyunca uzayla ilgili bir iş yapacağıma inanıyordum. Eğer şartlar uygun olsaydı uzay bilimci veya genetik mühendisi olmak isterdim. Teknolojik gelişimimiz beni çok heyecanlandırıyor ve ulaşabildiğim her kaynaktan sürekli takip etmeye çalışıyorum. İnsanoğlunun uzayı keşfi, yapay zeka gibi konulara aşırı ilgiliyim.
◊ Kariyeriniz boyunca yaptığınız ve unutamadığınız bir anınız var mı?
- Broadway maceram sanırım. Orada müzikal yönetmek, evinizin arka bahçesinde tahtadan bir roket yapmak, onu fırlatmak ve gerçekten de aya inebildiğini görmek kadar inanılmaz, zor, bir o kadar da gurur vericiydi benim için. Sonra “Kaygısızlar” setindeki ilk günüm; çocukluğumdan beri ekranda hayranlıkla izlediğim Halit Akçatepe, Ayşen Gruda, Ercan Yazgan gibi duayenlerle kendimi aynı odada buluşum, şaşkınlığımı gizleyebilmek için elimdeki koca tetrisin arkasına saklanıp milleti gizli gizli kesişim, Ayşen Gruda’ya yakalanışım ve bana “şizofren” lakabını takması. 1994 yılının 30 Ağustos gününde, Kanal D’de hem Zafer Bayramı eğlence programını (rahmetli Cenk Koray ile birlikte, Boğaz’ın ortasında bir gemiden) sunmam, ardından sadece bir reklam arasında stüdyodan sunduğumuz “Fıstık-i Musiki” programımıza yetişmem. O gün toplam 9 saat canlı yayın sunmam... Tonla anım var aslında.
◊ “Poyraz Karayel”den sonra kendinizi nasıl bir projenin içinde görmek istersiniz?
- Dilerim ki en az “Poyraz Karayel” kadar sevebileceğim ve inanacağım bir iş olur. Bir oyuncunun başına hayatında kaç kez gelir böyle bir şey bilmiyorum ama umarım bende o şans vardır.
◊ Son olarak “Poyraz Karayel” izleyicilerine ve fanlarınıza neler söylemek istersiniz?
- Ettiğiniz kelam boş duvara çarpıp düşse yere, isterseniz Shakespeare olun bir faydası yok. “Poyraz Karayel”i o güzel tahta oturtan sizsiniz. Her bir karaktere, her bir hikayeye gösterdiğiniz alakanın da, yorum ve fikirlerinizin de ekip olarak farkındayız. Sevginizi böyle güzel ifade etme cömertliğini gösterdiğiniz için kendi adıma çok minnettarım. İyi ki varsınız, hep olun...